09 Nisan 2007

İstanbul Barosu 129. yılını kutluyor!










Etkinliklerin sabah bölümüne Trio konseriyle başlandı. Piyanoda Av. Yasemin Eğinlioğlu, gitarda Av. Kerim Altınok, mandolinde Av. Selim Altınok verdikleri mini konsere "Hatırla Sevgilim" şarkısıyla başladılar. Trio, daha sonra balkanlardan esintiler sundu. Av. Yasemin Eğinlioğlu'nun piyano ile seslendirdiği valsten sonra Mozart'ın Türk Marşı piyano-mandolin atışması biçiminde yorumlandı.



Referans: http://istanbulbarosu.org.tr/Detail.asp?CatID=1&SubCatID=1&ID=2647
Referans: http://istanbulbarosu.org.tr/Detail.asp?CatID=1&SubCatID=2&ID=2671

Çocukluğumun oyun bahçesi Bor... Nam'ı diğer Yeşil Bor



Orta Anadolu'nun şirin bir ilçesi. Niğde'nin kazası. ‘Geçti Bor'un pazarı, sür eşşeğini Niğde'ye’ gibi deyişlerin kaynağı Anadolu'muzun yeşilliği ve üzüm bağları ile nam salmış, anneciğimin doğduğu yer Bor...

1950-60’lı yıllarının, çocuk özgürlüğümün tadına vardığım oyun bahçem... Annem beni yazları adeta çayıra salardı Bor'da. Çünkü İstanbul'da baş edemezdi yaramazlıklarımla. Ağabeylerimin bisikletlerini kaçırır o kocaman erkek bisikletlerine, bacaklarım pedale yetişmediğinden yandan yandan biner Fatih'in Halıcılar yokuşundan aşşağı hızla inerdim. Mahalle aralarında ‘hırsız polis’ oyunu oynar, tabii hep hırsız olur bulunmazdım, arayanları çıldırtırdım. Tombikte kazanır, yakartopta ortada olurdum hep ve vuramazlardı beni. Topaç çevirirdim ama onda başarılı değidim. Bu oyunları erkek çocuklarıyla oynar, başarısız, korkak olanları pataklardım. Kızların da cız cız herşeye ağlayanları sevmezdim. Kız oyunlarından seksek ve ip atlamada da son derece başarılı idim. Bir de misket oyununa bayılırdım. Renkli renkli cam yuvarlaklar benim için renk festivaliydi. Dışarda maharetle çukurlara sokmak ve yeni misket kazanmak evde de halı üzerine dizdiğimiz misketleri vurarak Barış ağabeyimi yenmek... Bu ağabeyim benim oyun arkadaşım, kardeşimdi, canımdı, ama kavga sırasında onun üzerinede çaydanlık fırlattığım da olmuştu. Hasılı, beni dövmeye kalkanları da bir güzel ben benzetirdim. Bisiklet ve misket hala benim özel oyuncaklarımdır.

Bazı yönleri çok farklı olan babam bisikletle beni arkasına alır Fatih'ten Sarıyer'e giderdik. Ama büyük bir yokuştan aşşağı inişimizi hatırlıyorum. Bu yokuş Maslak olamaz. O zaman Barboros Bulvar'ı olmalı sonrasını da sahilden gidiyorduk. Maslak civarındaki tepeler o sıralar yol değil çilek tarlaları idi.

Fatih'te kıvırcık salata bahçeleri vardı ve Zotiri ve Hristo adlı rumlar sahipleri idi. Küçük dereler akardı bu tarlalar içinden. Fatih orta halli İstanbul'luların oturduğu yerdi.

Kadişon... Eşşeğimiz...


Bu İstanbul'dan sonra Bor tabiii benim çayıra salınmam gibiydi hakikaten. Yani piyano eğitimi alan bir İstanbul kızı değil tam bir sokak oyun çocuğuydum. Dedim ya kabına sığamıyan enerjim vardı. Ağaç tepelerinden, eşşek sırtlarından inmezdim. O zaman ünlü olan bir fransız romanındaki eşşeğin ismi Kadişon idi ve onun ismini eşşeğimize koymuştuk Barış ağabeyimle... Dik kulaklı ve çok güçlü, hızlı koşan bir erkek eşşekti. Bağa giderken bazen dedem beni önüne oturturdu bazen de annem. En arkaya da Barış ağabeyim binerdi. Tabii semerler yüksek olurdu ve üstüne bindiğin anda dört nala koşmaya başlardı bizim eşşek ve bazen üçümüz birden düşerdik. Bazen de dişi eşşeğin pisliğini koklamak için eğilir sadece ben aşağı kayardım. Eğilip kokladığı şeyi içine sindirmek için kafasını sonra yukarıya diker ve sırıtır gibi dudaklarını gökyüzüne çevirirdi. Tanrım ne eğlenceli günlerdi. Bir de hızlandırmak için semerdeki sırtına denk gelen deliğe sopayı sokar Anadolu deyişiyle eşşeği ‘düzlerdik’ ve deli gibi koşardı. Tabii gaddarlık... Çocukluk işte... Annem Kadişon'a binmek için evlerin önünde bulunan bir nevi park yeri olan özel, eşşeklere binme taşına çıkardı ve tam binecekken bizim eşşek gidiverirdi, tabii annem yerde... Fakat tecrübeliydi bir kere olmuştu. Eşşekleri olanlar arabası olanlar gibi idi o tarihlerde... Ve eşşeğimizin ahırı evimizin alt katındaydı. Bir keresindede babamla eşşeğe binip bağa gitmiştik. Ve babam eşşeği yanlış bağladığı için kaçmıştı. Tabii komşu bağlardaki eşşeklerin peşine gitmişti, yakalamaya çalışmamızı babamın elleri arkada bağlı koşuşunu unutamam. Sevimli anları da vardı babamın...

Öyle dokunulmamış haliyle yaşadım ki Anadolu'yu!..

Yalnız konuşma dilime daima dikkat ederdim. Lehçe yönünden babamın İstanbul Türkçesini çok iyi konuşması nedeniyle hepimiz güzel türkçe konuşurduk. Babam için önemliydi ve ben Hukuk Fakültesine girdiğimde kelime haznem çok genişti. Ve aldığım eğitimimle birlikte konuşma ve yazmam alabildiğine gelişti. Gerek sosyal yaşantımda, gerek mesleğimde çok faydasını gördüm. Toplum içinde rahat ve güzel konuşma yeteneğim sayesinde daima kabul gördüm.

Annem İstanbulda çok güzel giyinirdi. Hele o dönemin şapkalarını kendine çok güzel yakıştırırdı. Bor'a gittiğimizde yine güzel giyinir, bana da çok güzel empirme kumaştan elbiseler dikerdi ama kendi Bor’da biraz Anadolu tarzına uyardı. Güzel Behice derlerdi anneme.

Yazmaları bağlayışları ne güzeldir Anadolun kadınının... Halı dokumaları, yaşamlarının yalnızlıklarını ilmeklerle yarattıkları desenlerle anlatan nasırlı eller... Annem bunları yaşamamak için bilmediği, tanımadığı babamla, İstanbul'lu subay ile evlenmişti. Çocuklarını Anadolu'da yetiştirmek istememişti. Okumayı çok istemiş ama annemi okutmamışlardı. Kız Sanat Okuluna, babam Antalya Elmalı Jandarma komutanıyken gitmiş. Ama kader nelerle karşılaştırmıştı annemi sonraları!
Dedem apdest alırken suyunu dökmem, akşam ezanlarını ve dedemin o saatlerde elinde bohça şeklinde bağladığı ve pazardan aldığı salatalık ve acurlarını koyduğu, sadeca bu iş için kullandığı mendilini koşarak almayı ve Bor'un yaz günü bile soğuyan o akşamlarını özlüyorum. Kara iklimi. Gündüz gece sıcaklığı arasında çok fazla derece farkı. Tabi o nedenle ellerim, ayaklarım dere suları içinde oynamaktan çatlar, kurbağa yavrularını yani o yöre deyişiyle çömçe balıklarını yakalamaktan siğil olur ve eşşek arısı yuvalarını dağıtmaktan bazen arı sokardı, sapanla kuş vurmaya çalışmaktan düşmeye bağlı ezikler olurdu. Ezilmelere soğuk su, arı sokmasına karşı çamur, ellerin soğuktan çatlamasınada vazelin sürerdik.


Doğal olarak oyun arkadaşlarım erkek çocukları idi. Akşamları erkenden, savaştan çıkmış gibi yatardım. Elektrik olmadığı için erken yatılırdı. Ama çeşitli renkteki cam gaz lambaları ile oturmak benim pek hoşuma giderdi. Diyorum ya, Bor benim için, içinde bahçesi olan kocaman doğal bir lunaparktı. Herşey vardı. Bazen akşamları balkon veya ev önlerinde yarı ot kokusu, yarı ahırın kokusu ve cırcır böceklerinin sesi ile mahalleli oturur konuşup yün eğirirlerdi. Tuvaletlerde bahçeden önce olan sahanlık denilen bir toprak alanın ucunda yani dışardaydı. Onun için geceleri tuvalete çıkmamaya gayret ederdim. Ama yine de korkmadan gittiğimi kendi başıma hatırlıyorum. Evlere kocaman kale kapısı gibi kapılardan bu sahanlığa girilirdi. Kapılar kilitlenmez arkadan tahta destek verilirdi. Gündüzleride o destek konmazdı. Kapı açıldığı zaman çan çalardı. Her evin çan sesi farklı idi. Ben komşu olarak gittiğimiz ev sahiplerini delirtirdim. Çan seslerini dinlemek için kapıları açar açar kapardım. İstanbul'da da gittiğimiz annemin bir ahbabının kıymetli kuşunu kafesten kaçırmıştım. Anneme söyledim mi bilmiyorum, ama bir şekilde annemin alelacele benimle birlikte kalktığını hatırlıyorum.

Bir de Barış ağabeyimin değirmene su döndüren su arkına düştüğünü ve mahallenin gençlerinin bu tehlikeli yerden onu çıkardığını hatırlıyorum. Bir de annemin anneannesi sanırım çok cesurmuş. Bağ evlerinde gece yanında silahı ile yalnız kalabilirmiş. O tarihlerde Anadolu'da eşkiyalar varken. Beni ona benzetirlerdi. Annem de çok korkusuzdu. Babam korkaktı. Ve maalesef insanları arkasından vururdu. Ağabeylerim Saint Benoit'te okurken okulu kırıp maça gittiklerinde onları alıp konuşmak yerine okula gider haber verirdi. İnsanlarla yüz yüze tartışmak yerine, herhangi bir konuda onları şikayet ederdi. Askerlikten ayırma sebeplerinden birisi de bu huyu idi. Tüm değerlerini aşırı şüphe ve insanlara güvensizlik ve benzer nedenlerle heba etti.

Bor'un suları Erciyes dağından gelen Okçu suyu ile Betteş suyu idi. Betteş suyu kireçli olup el yıkamak ve bulaşık için kullanılırdı. Evlerde su yoktu. Okçu suyu için sabahın erken saatlerinde sıra başlar ve güğümlerden oluşan bir kuyruk oluşurdu. Çünkü bu su kireçsiz idi, yemekte ve banyo yapmak için kullanılırdı. Ve herkez güğümünü bilir ve sırası gelince suyunu doldururdu. Çeşme başı sohbetleri şakalaşmalar... Bayılırdım Anadolumuzun adetlerine kültürüne ve çocuk aklımla herşeyini görmek öğrenmek isterdim. Odalardaki banyolar tek kişilikti, oturak denilen tabureye oturulurdu ve gaz lambası ile aydınlatırdı. Böyle banyosu olan evler ağa evleriydi, lüks sayılıyordu. Sobalarımız maşınga ve kurbağa sobalardı. Bazen Eylül ayında kaldığımızda yakardık.

Annem beni bluğ çağıma kadar hep severek büyüttü. Kumral uzun saçlarımı çok severdi. Bluğ çağından sonraki gelişimimi kabullenemedi. Hem benle övündü, hem de payalaşamazdı beni sevdiklerimle, eşimle. Çok sonraları anladım. Anadolu'da kız çocuklarına ‘kan ayaklı’ derlerdi. Adet görmelerinden sonra çocukluk biter ve evdeki yeri ikinci sınıf olurdu. Ve annem onu gördüğü için bana o muamaleyi yapmak istedi. Aynı zamanda okumamı istedi. Anneciğim hep çelişkiler yaşadı. Tabi ben dinlemedim. Gelişimimi en doğal halimle sürdürdüm, tabii okudum. Ama bilemedi, beni anlayamadı, onu çok ezmeye çalışmışlardı.

Yine neyse kocaman odalarda yataklarımız yorganlarımızı sabah kaldırır duvardaki kapaksız girintilere koyardık. O kocaman odalar bahçelere bakardı. Ceviz ağaçları dut ağaçları yemyeşil... Derelerin şırıltısı... Annem bahçede keyif yapıp uymayı pek severdi ve ceviz ağacı yapraklarını yanında bulundururdu hep, o zaman sinekler gelmezdi. Kahvaltılarda taze nane çayları dürümler, tereyağ ve küp peynirleri, ne güzeldi, ne hastı... Dedem yemeklerde hiç konuşmazdı. Bir keresinde kedi yorganları üstümüze düşürmüştü, hiiç kıpırdamadı. Son derece soğukkanlıydı. Bana bir kere bağırmıştı: ‘annee annee ne istiyon ma’ Orta anadolu ağzıyla... Bir de annemlerin yardımcıları vardı, ismi Ahraz... Daha doğrusu sağır ve dilsizlere verilen bir addı. Kadıncağız karpuzu çok severdi. Bir yaz günü yiyeceği karpuzu iyice tuzlamıştım. Ağzına atıp dilsiz olduğu için bağırtısını unutamam. Ama bizleri çok severdi.

Üzüm bağlarımız ve Yayla ilçesi Bor...

Bağlarını, Bor'un üzümlerini, tadını unutmak mümkün mü? Karpuzları soğutmak için sepetlere koyarak sarkıttığımız su kuyuları... Tulumbaları, yemekleri veya kahvaltılıkları koyduğumuz zemini toprak mutfaklardaki tel dolapları.

Ağaçlara çıkardım. Ama ceviz ağacı kaygan diye çıkamaz, cevizleri oyarak yemek için pütürlü dut ağacına çıplak ayakla belimde kocaman bir ekmek bıçağı ile çıkar, ordan ceviz ağacına geçerdim. Dedem gördüğünde küçük dilini yutacaktı, anneme beni şikayet etmişti. Dedecik... Ama dinleyen kim? Bağdaki, annemin hazırlayıp eşşeğimizin semerine heybeyle asıp getirdiği yemekleri, güğümlerdeki Okçu suları ile yaptığı ayranları içmek, tandırda hazırlanan kelleleri yemek, bağ aralarında saklambaç oynamak en keyifli anlarımdı. Ve topladığım dutları, üzümleri bağ önünden geçen köylülere satmak. Ayağımda o zaman sadece İstanbul'da satılan tokyo terlikler... ‘Ne olur benden alın Istanbul’dan yeni geldim’ diyerek, adeta yalvararak zorla satardım. Benim için oyundu tabi. O eski topraklı Anadolu yolları...

Bağ bozumu bayramı sanırım Eylül ayı sonlarında oluyor. Aynı zamanda genç kız ve erkekler birbirlerini beğeniyorlardı. Annem beni bu bayrama götürmek gafletinde bulundu. Onüç veye ondört yaşındaydım. Tabii ben bir tomar erkek çocuğunu peşime takmıştım, eve kadar gelmişlerdi üstelik peşimizden... Annem baş edemezdi benimle... Buna benzer bir olayı da Ayvalık'ta Vakıf Kampın'da çadırda kalırken yaşamıştık. Beni gece eğlencesine göndermemişti. Çadırın altını keserek kaçıp sahilde ateş yakılan o eğlencelere katılmıştım.

Çocukluk platonik sevdalarımı Bor’da yaşadım. ‘Istanbul kızı’ o zamanlar önemli bir farktı Anadolu insanı için...

Bir de Köşk denilen bir doğal havuz vardı, suyu Erciyes dağlarından geliyor müthiş soğuk ve temizdi. O göle gider yüzerdim. Adana halkı yazın çok sıcak olduğu için o tarihlerde yaylaya çıkarlardı. Bu yerde Bor olurdu ve Adana'lı kızlar o tarihlerde Bor’a göre açık giyinen ve serbest olarak kabul edilen bir kesimdi. Ağabeylerim gelince onlarla arkadaşlık ederlerdi. Ve işte yüzmeye onlarla giderdim. Büyük ağabeyimin ruhsal sıkıntıları ve babamın kavga çıkarma korkusu olmadan geçen yazlarım... Babam annemi gönderir, olmadık kadın ilişkileri yaşardı. Zaten doksan yaşında yaptığı yanlış bir evlilikle bedelini ödüyor şimdi...

Çocukluğumu anlatırken çocuklarımı düşündüm. Onların mutluluğu için dua ederken maddi anlamda uzakta oluyorlar. Küçük kızımın New York’ta kalma ihtimali, büyük kızımın bebesi olup yuvasında olması, ama manen sevgimiz daha da güçleniyor. Akkuzum benim huylarımı daha çok almış. Ablası, kıvırcık kara kuzu tam bir büyük evlat... Allah bahtlarını açık, benden kalan manevi ve maddi herşey onlara hayır etsin..

Çocukluğumun oyun bahçesi yaz mutluluğum Bor. Sonraları gittim. Tabii her doğal güzelliği olan ilçeler gibi o da betona yenilmişti. Ama ben eski halini biliyordum ve unutmamıştım. Alabildiğine yaşamıştım ya...